Bazı ilişkiler başlarken değil, biterken anlaşılır. Kimi zaman insan, birine bakarken değil, ondan gözünü kaçırdığı anda kalbinin gerçekte nerede olduğunu hisseder. Zamanla sükûnet bulacağına inanılan evler, çoğu kez sessizliğin yankılandığı birer gölgeler ülkesine dönüşür. Bir bakışın değmediği sabahlar, bir dokunuşun eksik kaldığı geceler, aynı odada geçirilen onlarca anıya rağmen büyüyen uzaklık… Bunlar, kimsenin ses etmediği ama herkesin içinde taşıdığı bir yıkımın sessiz tanıklarıdır.
Lesya ve Tekin’in hikâyesi de böyledir. Ne yüksek sesli kavgaları oldu, ne de kapıları çarpan vedaları. Onlar, aynı manzaraya bakarken birbirinden uzaklaştılar. Konuşmalar azaldı, göz göze gelmeler seyrekleşti; ama duvarlar kalındı. Sevgileri, belki bir zamanlar var olmuştu; fakat artık, yalnızca geçmişi taşıyan bir hatıra gibi evin odalarında dolanıyor, kendini hissettirmeden can yakıyordu.
Bu, bir yakınlığın değil, sessizce büyüyen bir uzaklığın içinde soluk alıp verir. Ve bazen en derin sessizlikler, en çok şeyi söyler. Bazıları her şeyin farkındadır; ama yine de hiçbir şeye dokunamaz, hiçbir şeyi yerinden oynatamaz.
Günbatımında Balkon
İzmit’in yamaçlarında, Körfez’e nazır yeni bir apartmanın dördüncü katındaydılar. Ev, ormana yaslanıyor; balkonu ise geniş bir açıyla maviye açılıyordu. Körfezin suları akşamla birlikte kurşuniye çalıyor, güneşin batışıyla birlikte gemilerin siluetleri buğulu birer hayal gibi beliriyordu. Ağaçların yapraklarıysa neredeyse hiç kıpırdamıyordu; doğa, bir anlığına susmuştu sanki.
Tekin, elinde bir bardak çayla balkonda duruyordu. Çayın buharı ince bir tül gibi yüzüne vuruyor, ama o buharın ardında başka bir şey görüyordu. Manzaranın içine bakmakla, ona dokunmak arasında ince bir sınır vardı.
Lesya arkasındaki koltuğa bacaklarını uzatmıştı. Üzerinde sade, bol bir sweatshirt vardı; deve dikeni renkteydi ve içinde hâlâ kıştan kalan bir mesafe saklıydı. Elinde tuttuğu sigaranın ucundaki ateş, güneşin son parıltılarıyla yarışır gibiydi. Körfeze değil de, daha çok kendi düşüncelerine dalmış gibiydi. Ya da düşünmüyor, yalnızca bir yerde duruyor, Tekin’in varlığına anlam yüklemeden onu orada tutuyordu.
Gözlerini ufka dikmişti Tekin. Körfezde demirlemiş üç büyük yük gemisi hareketsiz duruyordu. Onların yanında küçücük kalan bir balıkçı teknesi ağır ağır kıyıya dönüyordu. Uzakta, Gölcük yönünde fabrikanın bacasından yükselen ince duman, gökyüzünü delmeden dağılmıştı. İçini bir şey burktu. Bu manzara her akşam başka türlü görünüyordu gözüne, çünkü içindeki duygular her geçen gün biraz daha değişiyordu.
Birden Lesya’ya baktı. Bir yabancı gibi değil, çok eskiden tanıdığı ama artık uzakta duran biri gibi. Gözleri, saçlarının boynuna döküldüğü yere ilişti. Sweatshirt’ün yakasında, güneşin ışığını emen solgunlukta kaybolan bir zaman vardı sanki. Ve işte o an, içinde biriken kelime kendiliğinden döküldü:
— Manzaram çok güzel…
Sesinde bir iç çekişin izi vardı. Bu bir iltifat değil, bir teslim oluştu. Lesya onun neye baktığını biliyordu. Ama anlamakla kabul etmek arasındaki mesafeyi hep korurdu. Yüzünü Tekin’e çevirmeden, gözlerini hâlâ ilerideki gemilerde tutarak ve dudaklarının kenarına belli belirsiz bir kıvrım yerleştirerek şöyle dedi:
— O benim manzaram.
Tekin, duyduğu cümleyi önce tam anlamadı. Bir anlık suskunluk oldu. Kuşlar bile uçmayı unutmuş gibiydi. Sonra kelimenin içindeki o keskinliği hissetti: “benim” derken, yalnızca evi, balkonu ya da körfezi kastetmiyordu Lesya. Onun gözlerinin gördüğü her şeyi sahiplenmiş gibiydi. Hatta Tekin’in bakışını bile.
Ama Lesya için bu cümle yalnızca bir üstünlük ifadesi değildi; bir çeşit ilgisizlik de saklıydı içinde. Onun için manzara, ne körfezin griliği, ne ormanın kokusu, ne de Tekin’in bakışıydı. Her şey, kendi etrafında dönen sessiz bir evrendi. Ve bu evrenin merkezinde Tekin’e yer yoktu.
Bardağını balkonun korkuluğuna bıraktı Tekin. Gözlerini manzaradan çekmedi. İçinde bir hüzün kabardı. Bu balkon, her akşam bir başka yalnızlık biçimiyle kendini tekrar ediyordu. Körfezin suları gibi o da aynı yerde kalıyor, ama içinde durmadan dalgalanıyordu.
Lesya sigarasını küllüğe bastırdı. Ayağa kalktı. Bir şey söylemeden içeri yürüdü. Sweatshirt’ü rüzgârla hafifçe dalgalandı, ardında ince bir boşluk bırakarak salona geçti. Kapı ardında açık kaldı.
Tekin, gözlerini ufka dikti. Gemi hâlâ demirliydi. Ne gidiyor, ne de yaklaşıyordu. Körfezin o hareketsizliği, Lesya’nın içindeki boşlukla yarışır gibiydi. Ve o anda anladı:
Bazı manzaralar, baktıkça büyümezdi. Sessizce küçülür, sonra yavaşça insanın içine gömülürdü.
Salondaki Yalnızlık
Salona geçtiklerinde balkonun gölgeleri hâlâ üzerlerindeydi; o soğuk sessizlik hâlâ üzerlerinde asılıydı. Loş ışık, odadaki eşyalara temkinli bir mesafe bırakıyordu. Televizyon açıktı. Bir korku filmi açıp izleyeceklerdi.
Kadın karakter koşuyordu. Arkasında görülmeyen bir tehlike, önünde kimsenin açmadığı kapılar. Film, ucuz numaralardan medet umuyordu ama görüntülerdeki yalnızlık, sahici bir korkuya daha yakındı. Çünkü asıl korku, katilin gelmesi değil, kimsenin gelmemesiydi.
Lesya, salonun sağındaki geniş koltuğa uzanmıştı. Üzerindeki deve dikeni rengi sweatshirt’ün içinde kaybolmuş gibiydi. Battaniyeyi sadece bacaklarının üzerine atmış, omzunu açıkta bırakmıştı. Filmle ilgilenmiyor gibiydi. Yüzü ekrana dönüktü ama bakışları çok daha içerideydi.
Tekin, salonun diğer köşesindeki koltuğa oturmuştu. O da uzanmıştı, elleri göğsünde kenetli. Filmin sahnelerine tepkisizdi; bir çığlık yükseldiğinde gözlerini bile kırpmadı. Yalnızca Lesya’nın nefes alışlarını dinliyordu arada bir—o bile azalmış gibiydi.
Korku filmlerindeki en çok tekrarlanan şey, kaçıştı. Ama bu odada kimse kaçmıyordu. Herkes kalıyordu. Kalıp sessizleşiyor, kalıp uzaklaşıyor, kalıp uyuyordu.
Lesya, başını koltuğun yastığına yasladı. Gözlerini önce yarı kapadı, sonra tümden kapattı. Uyuyormuş gibi yaptı mı, gerçekten uyudu mu—bu bilinemezdi. Ama o an Tekin’in yokluğunu seçmişti. Onun varlığına sırtını dönmek, gecenin en soğuk tarafına uzanmak gibi bir şeydi. Bilerek yapılmış, susarak söylenmiş bir tercih.
Tekin, ekrana bakmaya devam etti. Filmde bir kapı açıldı. Ardından bir kadın karakter çığlık attı. Tekin sadece gözlerini kırptı. İçinden geçenler, ekrandaki kadının korkusundan daha büyüktü. Çünkü onun korkusu bir senaryoydu; Tekin’inki ise, yaşamın kendisiydi.
Birden aklına geldi: Lesya, son zamanlarda hep salonda uyumayı tercih ediyordu. Ekran başında uyumayı ve gece geç saatlerde yatağına gitmeyi seviyordu. Ne fiziksel bir uzaklaşma vardı aralarında ne de açık bir kavga. Yalnızca, bir şeylerin yavaş yavaş kırıldığı bir sessizlik vardı. En korkunç filmler bile bu kadar soğuk değildi.
Film ilerledi. Bir bodrum katı, fısıltılar, gözleri parlayan bir figür… Ama Tekin’in zihni o an Lesya’nın kıvrılmış bedenindeydi. Onun uyuyuşunda bir tür inkâr vardı. Bu geceyi, bu koltuğu, bu adamı yok sayan bir inkâr. Ve belki de en çok kendini yok sayan.
Tekin derin bir nefes aldı. Bu nefes, filmdeki çığlıktan daha gerçekte yankılandı odada. Ardından usulca battaniyesini dizlerine çekti. Lesya’ya bakmadı artık. O da tıpkı filmin karakterleri gibi, sessizliğin içinde kendi payına düşeni yaşıyordu.
Salon, körfeze bakan evin en içteki odasıydı ama en uzak köşesiydi artık. Dışarıdan ince bir rüzgâr uğultusu geldi, perdeler hafifçe kımıldadı. Körfezdeki gemilerden biri belki de düdük çaldı ama duyulmadı.
Çünkü o gece, en sessiz şey çığlıktı.
Ve en karanlık köşe, yan yana olan ama aynı yerde olmayan iki koltuktu.
Yatakta Sessizlik
Film hâlâ devam ediyordu. Gözleri oyuk, yüzü tanınmaz bir karakter ekranda ağır ağır yürüyordu. Arka planda yankılanan müzik, evin sessizliğine tekinsiz bir fon ekliyordu. Her şey, biraz sahte ama fazlasıyla tanıdık geliyordu Tekin’e.
Lesya koltuğunda büzülmüş, gözleri kapalıydı. Uyuyor muydu, yoksa yalnızca hiçbir şeyle ilgilenmeme kararlılığında mıydı—ayrımını yapmak mümkün değildi. Onun yüzü, uykuyla ilgisi olmayan bir huzursuzluk taşıyordu.
Tekin bir süre daha izler gibi yaptı filmi. Ama ekranın içindeki karanlık, salondaki karanlıkla yer değiştirmişti sanki. Ne karakterleri anlamaya çalışıyordu artık, ne sahneleri takip ediyordu. Bir noktadan sonra yalnızca Lesya’nın hareketsizliğini dinliyordu.
Usulca ayağa kalktı. Battaniyesi dizlerinden yere kaydı. Kumandaya dokunmadı, televizyonun sesi düşük ama hâlâ canlıydı; odada nefes gibi geziniyordu. Lesya’yı uyandırmaktan korkmadı—uyandırmayı istemedi sadece.
Koridora yöneldi. Adımlarını tartarak attı, zeminin çıtırtısına dikkat ederken kendi içinde daha büyük gürültüler duyuyordu. Işığı açmadı. Karanlık, artık güvenli bir şeydi.
Yatak odasına girdiğinde saat ikiye yakındı. Oda serindi, yorgan dağınık bir suskunlukla duruyordu. Üzerindeki tshirt’ü çıkarmadan yatağa uzandı. Sol tarafa yaslandı. Yatak genişti ama hiçbir tarafı ona ait değildi artık. Yorganı üzerine çektiğinde, içten içe bir soğukluk duvardan sızmış gibiydi.
İlk defa Lesya’yı çağırmadı.
Uyurken yanaşmasını beklemedi.
Yalnızdı, ama bu yalnızlık—kendisine ait bir sessizlikti.
Zaman ağır aktı o gecede. Televizyondaki film sona erdi mi, bir başka filme mi geçti, Tekin’in haberi olmadı. Yatakta uzun süre dönmeden yattı. Uyku tam gelmiyor, ama onu terk de etmiyordu.
Saat sabah dördü, belki beşi gösterdiğinde; kapı aralandı.
Lesya’nın adımları tereddütlüydü. Ne kendinden ne kapıdan emindi. İçeri girdiğinde bir şey söylemedi. Işık yakmadı. Yavaşça yatağın sağ tarafına geldi, örtüyü kaldırdı ve Tekin’in sırtına bakarak, kendi tarafına uzandı.
Aralarında bir boşluk vardı. Ne sözle kapatılmıştı o boşluk, ne bedenle. Lesya, yastığa başını koyduğunda; iç çekip çekmediğini bile duymadı Tekin. Sadece yorganın altına sığınmış bir bedenin varlığını hissetti.
Ve öylece uyudular. Aynı yatakta ama farklı rüyalarda.
Sabaha yalnız uyanan sadece biri olmayacaktı bu kez.
Ama birlikte uyanmak da hiçbir şeyi değiştirmeyecekti.
Sessizliğin Eşiğinde
Her şey sessizlikte çoğaldı. Konuşmalar eksildikçe, bakışlar derinleşti; tebessümler seyrekleştikçe iç sesler daha çok işitti kendini. Tekin, Lesya’nın yanındayken bile yalnızlığın farklı bir türünü yaşıyordu. Sanki varlığı, ancak uzaklaştığında daha çok hissediliyordu. Ve Lesya, Tekin oradayken bile onun ne kadar uzağında olduğunu fark ettikçe, susmanın daha güvenli bir dil olduğuna inandı.
Balkondaki o ilk gün batımında, Tekin’in “manzaram çok güzel” derken kastettiği Lesya’ydı. Lesya’nın cevabı ise kibirle yoğrulmuş, içinde mülkiyetin ve küçümsemenin soğuk rüzgârını taşıyan bir cümleydi: “O benim manzaram.” Belki farkında değildi ama o anda Tekin’i bir nesne gibi sahiplenmeye kalkmış, bir sevginin değil, bir hükmün ifadesini kurmuştu. Oysa Tekin bakarken, kendisini kaybediyor, Lesya’yla bütünleşmek istiyordu.
Ama Lesya, Tekin’i hiçbir zaman tam anlamıyla sevmemişti. Ya da belki sevmişti de, bu sevgiyi içinde büyütmek yerine korumaya almış, kimseye – hatta kendisine bile – göstermemeyi seçmişti. Çünkü sevgi, ona göre zayıflıktı; teslimiyet, geçmişte kalmış bir hataydı. Kırgınlıkları vardı, unutulmayan küçük hakaretler, yarım kalmış cümleler, eksik sarılmalar… Ve tüm bunların toplamı, içinde bir duvar örmüştü. O duvarın arkasından bakan Lesya, Tekin’i seviyorsa bile, sevdiğini göstermektense inciterek var olmayı seçti.
Tekin uzun süre dayandı bu duvara. Ses etmedi. Yanı başında uyuyormuş gibi yapan kadının yokluğunu sineye çekti. Birlikte izlenmeyen filmlerin ortasında uyanık kalmayı denedi. Lesya’nın koltuğuna gömülüp gözlerini kapadığı her an, Tekin için biraz daha eksilmek demekti. Ama bir şeyi biliyordu: Sevgisi, yalnızca var olmakla yetinmeyecek kadar derindi. Gecenin bir vaktinde, Lesya’yı uyandırmadan yatak odasına çekildiğinde, işte orada ilk kez kendine ait bir sessizlikle baş başa kaldı. Sevdiği kadını uyandırmadan arkasını dönmek, onun için bir vedanın provasından çok, içindeki sevgiye karşı ilk isyandı.
Lesya ise Tekin’in bu sessiz gidişine alışık değildi. Yatağa geldiğinde onu hâlâ orada bulması, bir çeşit güvenlik duygusuydu belki de. Ama o gece, o boşluk ilk kez görünür olmuştu. Ve yine de hiçbir şey sormadı. Sanki böylece, olan bitenin gerçek olmadığını kendine inandırabilecekti. Sanki uyandığında her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi…
Ama devam etmiyordu.
Sabahlar artık aynı değildi. Gün ışığı, körfezin üzerini aydınlattığında, gemiler demir yerinde bekliyor ama insanlar içten içe uzaklaşıyordu. Lesya hâlâ içe dönük, sessiz bir kararlılıkla yaşıyordu. Belki geçmişin kırık aynasında hâlâ Tekin’in yanlışlarını arıyor, belki hiçbir şey olmamış gibi davranmanın kalkanına sığınıyordu. Ama Tekin için bu artık bir sevgi değil, bir çürümenin sessiz bekleyişiydi.
Yine de veda etmedi hemen.
Sevgisine yenik düşecek kadar kırılgan, ama orada kalamayacak kadar da içi burkuluydu. Belki birkaç saat daha o balkona çıktı. Aynı manzaraya baktı. Aynı sessizliği duydu. Lesya’nın varlığıyla yokluğu arasında sıkıştı. Ama biliyordu: Sevgi, yalnızca katlanmakla beslenmezdi. Karşılık bulmadığında, insanı içten içe kemiren bir yaraya dönüşürdü.
Lesya ise… belki bir sabah uyanıp Tekin’in artık orada olmadığını fark edecekti. Ve o anda, geç kalmış bir fark edişin içine düşecekti. Belki sevmeye hazır olduğu an, sevdiği adam çoktan gitmiş olacaktı. Ya da belki, hiçbir zaman hazır olamayacaktı.
Kimi ilişkiler öyle biter. Bir taraf hâlâ severken, diğeri artık bakmayı bırakmıştır. Ve o sevgi, bir süre daha kendi kendine yaşar. Sonra yavaşça solar.
Bazı insanlar gitmez. Ama kalmaz da.
Bazı sevgiler unutulmaz. Ama yaşanmaz da.
Bazı manzaralar, insanın içinde kalır. Ama birlikte bakılamaz bir daha.
Ve belki, Tekin’in en son hatırlayacağı şey şudur:
Lesya, gerçekten onun manzarasıydı.
Ama manzaralar sevilmez. Sadece seyredilir.
Ve bazı manzaralar, çok güzeldir ama insana hiç iyi gelmez.
Henüz yorum yok