Toplumda “3. sınıf insan muamelesi” görmek, yalnızca bir dışlanma biçimi değil; insanın temel değerine yöneltilmiş görünmez bir şiddet biçimidir. Bu muamele, bireylerin kim olduklarından çok, nasıl algılandıklarıyla şekillenir. Ekonomik düzey, eğitim seviyesi, fiziksel görünüm, hatta sosyal çevresi gibi ölçütlerle insanlar kategorize edilirken, bazı bireyler sistematik biçimde ikinci hatta üçüncü plana itilmekte ve değersizleştirilmektedir.
İş yerlerinde, arkadaş gruplarında, sosyal hayatta ya da romantik ilişkilerde karşılaşılan bu tür ayrımcı bakışlar zamanla bir kişinin benlik algısını bozar. Sürekli olarak küçümsenmek, yok sayılmak ya da sadece bir “alternatif” olarak görülmek, bireyin kendine olan güvenini zedeler. Bu durum, psikolojik olarak yalnızlaştırır ve kişinin toplumla bağlarını zayıflatır.
Bu görünmez sınıflar, zaman içinde alışıldık hâle gelir ve kimse bu muameleyi sorgulamaz. Oysa insan onuru, koşulsuz bir şekilde korunması gereken bir değerdir. Kimsenin başka birini değersiz hissettirme hakkı yoktur. Bu yüzden bu sorunun farkına varmak, konuşmak ve çözüm yolları üretmek bir gerekliliktir.
İş Yerinde “3. Sınıf İnsan” Muamelesi Görmek
İş yerleri yalnızca maddi gelir sağladığımız değil, aynı zamanda toplumsal saygınlık, kişisel tatmin ve sosyal ilişkiler açısından da kimliğimizi şekillendirdiğimiz ortamlardır. Ancak bu alanlarda her birey eşit koşullarda var olamaz. Özellikle otoriteye yakınlık, dış görünüş, cinsiyet, sosyoekonomik geçmiş, konuşma tarzı ve hatta bireyin ait olduğu şehir ya da aksanı gibi ölçütler üzerinden insanlar kategorize edilir. Bu görünmeyen sınıflandırma, bazı çalışanlara “3. sınıf insan” muamelesi yapılmasına neden olur. Onlara sanki varlıkları yalnızca boşluk doldurmak içindir; fikirleri önemsizdir, duyguları ikinci plandadır, potansiyelleri ise görmezden gelinmiştir.
Bu tür ayrımcılığın en belirgin göstergelerinden biri, çalışanın düşüncelerinin sistemli şekilde hiçe sayılmasıdır. Toplantılarda söz verilmemesi, önerilerin başka biri tarafından tekrarlandığında ancak dikkate alınması, terfilerde sürekli arka plana atılması gibi davranışlar kişinin değer algısını doğrudan etkiler. Kimi zaman bu muamele doğrudan, kimi zaman ise çok daha sinsi yollarla uygulanır. Örneğin, bir grup çalışan eğlenceye birlikte çağrılırken, belli kişiler bilinçli olarak dışarıda bırakılır. Ya da iş dağılımı yapılırken gelişim fırsatları hep aynı kişilere sunulurken, diğerleri sıradan ve tekrar eden görevlerle meşgul tutulur.
İş yerinde bu görünmez sınıflandırma, zamanla “biz ve onlar” anlayışını doğurur. Bu da kurum içinde mikro çatışmaların, sessiz direnişlerin ya da kronik mutsuzluğun temellerini atar. Özellikle yönetici kadrosunun bu ayrımcı yapıya bilinçli ya da bilinçsiz şekilde katkı sağlaması, sistematik dışlamayı meşrulaştırır. Bu noktada çalışan, kendisini yalnızca yetersiz değil, aynı zamanda istenmeyen ve değersiz biri gibi hissetmeye başlar. Bu his, bireyin sadece iş motivasyonunu değil, kişisel yaşam dengesini de bozar. İş yerinde gördüğü muameleyi içselleştiren birey, zamanla özgüvenini kaybederek kendi değerini sorgular hâle gelir.
Ne yazık ki birçok çalışan, bu tür bir değersizleştirmenin adını koyamaz. “Benden rahatsız mı oldular?”, “Acaba ben mi abartıyorum?” gibi içsel sorgulamalarla suçluluğu kendi içine yönlendirir. Bu durum, mağdurun sesini çıkarmasını engellediği gibi, kurum içinde sessiz bir mobbing kültürünün oluşmasına da zemin hazırlar. Oysa kurumsal verimlilik, yalnızca teknik yeterliliklerle değil, psikolojik güven ortamıyla da sağlanır. İnsanların fikirlerini rahatça ifade edebildiği, adil terfi süreçlerinin uygulandığı, herkesin eşit derecede görünür olduğu iş yerleri; sürdürülebilir başarıyı yakalayabilir.
Bu noktada sadece yöneticilere değil, tüm çalışanlara büyük görev düşer. Çünkü sessiz kalınan her ayrımcılık, bir sonrakini meşrulaştırır. Çalışma arkadaşlarımızın gözlerine baktığımızda, onları gerçekten “görüp görmediğimizi” sorgulamak gerekir. Her birey, hangi görevde olursa olsun; bir masanın karşısında değil, yanında oturmayı hak eder.
Sosyal Hayatta ve Arkadaş Çevresinde “3. Sınıf İnsan” Muamelesi Görmek
İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği, en çok sosyal hayat ve arkadaş çevresi içinde kendini gösterir. Aidiyet duygusu, insanın psikolojik sağlığı açısından temel bir ihtiyaçtır. Ancak ne yazık ki bazı sosyal çevrelerde bu ihtiyaç tam tersine bir kırılma noktasına dönüşebilir. Kişi, içinde bulunduğu arkadaş grubunda ya da sosyal ortamlarda açıkça değil ama sistematik bir şekilde “ikinci hatta üçüncü planda” hissettirilir. Bu durum, bireyin değerli olma hissini köreltir, benliğini sorgulamasına neden olur ve zamanla görünmezleşmesine yol açar.
Arkadaş çevresinde ya da daha geniş sosyal gruplarda “3. sınıf” konumuna itilen bireyler genellikle bazı ince ayrıntılarla dışlanırlar. Planlar yapılır, ama onlara haber verilmez. Sohbetlerde sürekli bazı isimler öne çıkar, onların hikâyeleri anlatılır, fikirleri dikkate alınır; geri kalanlar ise yalnızca “dinleyen” pozisyonda kalır. Doğrudan bir hakaret ya da tartışma yaşanmaz ama kişi sürekli olarak görmezden gelinir. Özellikle bir grubun sessizce kendi iç hiyerarşisini oluşturması, bireyleri ister istemez sosyal olarak sınıflandırır. Bu sınıflandırmanın alt basamaklarında kalan birey, zamanla kendini değersiz, dışlanmış ve yalnız hisseder.
Sosyal medyanın bu süreçteki etkisi de küçümsenemez. Ortak arkadaş çevresine ait etkinlikler, paylaşılan fotoğraflar, birlikte gidilen tatiller ya da kutlamalar; bu görünmez ayrımcılığı daha da görünür hâle getirir. Paylaşımlarda yer almamak, yorumlarda etiketlenmemek ya da yalnızca “formaliteden” hatırlanmak bile insanın sosyal olarak “istenmeyen kişi” gibi hissetmesine yol açabilir. Bu dijital dışlama, yüz yüze ilişkilerden çok daha kalıcı bir yalnızlık hissi yaratır.
Daha üzücü olan ise bireyin bu dışlanmayı içselleştirmeye başlamasıdır. “Belki de fazla yük oluyorum”, “Onlar beni çağırmak zorunda değil ki”, “Galiba zaten çok sevilmiyorum” gibi düşünceler, zamanla kişinin kendi değerini sorgulamasına neden olur. Bu sorgulama bir noktadan sonra kişisel bir değersizlik inancına dönüşür. Artık kişi, bir gruba ait olma arzusundan vazgeçip yalnızlığı kabullenmeye başlar. Bu yalnızlık dışsal değil, içselleştirilmiş bir izolasyondur.
Ancak unutulmamalıdır ki, gerçek dostluklar statüye, görünüme ya da popülerliğe göre değil; içtenliğe, güvene ve samimiyete dayanır. Her birey, hangi sosyal çevrede olursa olsun, eşit saygıyı ve ilgiyi hak eder. Sessiz kalan her birey, bu görünmez ayrımcılığın devam etmesine katkıda bulunur. Dolayısıyla sosyal adalet, sadece toplumsal sistemlerde değil, arkadaş gruplarında da hayati bir ihtiyaçtır. Bir grupta güçlü olanı değil, sessiz olanı fark edebilmek; insanlığın en önemli erdemlerinden biridir.
Sevgililikte “3. Sınıf İnsan” Muamelesi Görmek
İki insan arasında kurulan sevgililik ilişkisi, karşılıklı saygı, sevgi, güven ve değer verme temelleri üzerine kurulmalıdır. Ancak ne yazık ki birçok ilişkide bu dengeler bozulur ve taraflardan biri kendisini sürekli olarak “ikinci planda”, hatta “3. sınıf insan” gibi hissetmeye başlar. Bu his, ilişkideki açık bir kötü muameleyle değil; çoğunlukla ihmal, küçümseme, önemsememe gibi daha sinsi davranışlarla kendini gösterir. Sevgili olunan kişinin yanında bile yalnız hissetmek, varlığına rağmen görünmez olmak; duygusal anlamda en yıpratıcı deneyimlerden biridir.
İlişkinin başlarında gösterilen ilgi, zamanla yerini ihmale bırakabilir. Mesajlara geç dönülmesi, planların sürekli ertelemesi, karşı tarafın istek ve ihtiyaçlarının göz ardı edilmesi gibi davranışlar, karşı tarafın kendini değersiz hissetmesine yol açar. Özellikle sevgilinin çevresiyle tanıştırılmamak, birlikte çekilen fotoğrafların paylaşılmaması, ilişkinin bir “gizli alan” gibi yaşanması bu değersizlik duygusunu daha da derinleştirir. İlişkinin içinde bir kişi sürekli çaba harcarken, diğeri bu çabayı karşılıksız bırakıyorsa; bu tek taraflı emek, zamanla ağır bir yük hâline gelir.
Birçok kişi, ilişkide bu tür bir muameleyi uzun süre fark etmez. Çünkü sevgi duygusu çoğu zaman toleransı da beraberinde getirir. “Yoğundur, o yüzden ilgilenemiyor”, “Zaten pek duygusal biri değil”, “Benimle ilgilenmese de aslında seviyordur” gibi düşüncelerle birey, karşısındakini mazur gösterir. Ancak bu düşünceler, uzun vadede öz saygıyı aşındırır. Sürekli kendinden veren ama karşılık alamayan bir insan, zamanla sadece ilişkide değil, kendi iç dünyasında da yalnızlaşır. Sevildiğinden emin olamayan biri, kendini sevilmeye layık görmemeye başlar.
Bir ilişkide eşitlik yalnızca maddi ya da görev dağılımı anlamında değil; duygu paylaşımı, dikkat ve ilgi anlamında da geçerlidir. Sevgilinin başarıları, mutluluğu ve üzüntüsü önemsenirken; diğer tarafın yaşadıkları sürekli göz ardı ediliyorsa, bu ilişki bir bağ olmaktan çok bir tahammül sürecine dönüşür. Bazı bireyler, sevgililerinin onları küçümseyici tavırlarını “espri” ya da “doğallık” adı altında meşrulaştırır. Oysa sürekli alaya alınmak, küçük düşürülmek, fikirlerinin ciddiye alınmaması; bir sevgilinin yapabileceği en incitici davranışlardandır.
Sevgililik ilişkisi, yalnızca birlikte zaman geçirmek değil; bir bütünlük ve ruhsal yakınlık sürecidir. Karşılıklı destek, anlayış ve saygı olmadan bu birliktelik, bir tarafın diğerine hizmet ettiği bir düzene dönüşür. İlişkide kendini “fazlalık” ya da “zoraki katlanılan biri” gibi hisseden kişinin ruhsal dünyasında ciddi yaralar açılır. Bu duygusal ihmal zamanla bireyin gelecekteki ilişkilerine olan güvenini de yıkar. Bir sonraki bağ kurma çabasında bile tetikte olma hâli, duygusal mesafe ya da değersizlik korkusu ağır basar.
Oysaki sağlıklı bir ilişki, iki insanın da varlığını aynı derecede değerli hissettiği bir alan olmalıdır. Taraflar, birbirini yalnızca özel günlerde değil, her gün yeniden seçmeli; birbirinin yanında kendilerini “birinci sınıf” bir insan gibi hissetmelidir. Sevgi, sahip olmak değil; birlikte büyümektir. Ve bu büyüme, ancak eşitlik ve içtenlikle mümkündür.
Görünmez Yaralar, Sessiz Direnişler
İş yerinde, sosyal hayatta, arkadaş çevresinde ve sevgililik ilişkilerinde yaşanan “3. sınıf insan” muamelesi, dışarıdan bakıldığında çoğu zaman fark edilmeyen; ancak içinde yaşayan birey için derin, sessiz ve sürekli kanayan bir yara gibidir. Bu muamele açık bir aşağılama ya da saldırı şeklinde olmayabilir; çoğunlukla göz ardı edilmek, ihmal edilmek, yeterince önemsenmemek gibi ince ama yıpratıcı davranışlarla kendini gösterir. Ve ne yazık ki bu durum, yalnızca bireyin özgüvenini değil, hayata ve insanlara olan inancını da zedeler.
Bu tür ilişkisel ihlallerin en tehlikeli yönü, alışkanlığa dönüşme ihtimalidir. Kişi, zamanla bu değersizlik hissine alışır, hatta normalleştirir. Bu da daha geniş bir sorunu beraberinde getirir: kendine yapılmasına izin verilenin, başkalarına da yapılabileceği algısı. Sessiz kalan, mücadele etmeyen ya da sınır çizmeyen bireyler; farkında olmadan bu dengesizliği sürdüren sistemin bir parçası hâline gelir. Oysa bireyin en temel hakkı, bulunduğu her ortamda saygı görmek ve değerli hissetmektir. Bu hakkın sağlanmaması bir eksiklik değil, doğrudan bir haksızlıktır.
Peki bu durumdan çıkış mümkün mü? Elbette mümkün. Bunun ilk adımı, bireyin kendi değerinin farkına varması ve kendisine yapılan muameleyi sorgulamasıdır. İlişkilerde sürekli veren, ama karşılık alamayan biri; bir adım geri çekilip durumun adını koymalıdır. “Ben bu ilişkide kendimi nasıl hissediyorum?”, “Bu çevrede gerçekten var mıyım, yoksa sadece ‘bulunuyor’ muyum?” gibi sorular, zihinsel uyanış için önemlidir. Ayrıca sınır koymak, sessiz kalmamak, kendi ihtiyaçlarını ve hislerini açıkça ifade etmek de bu sürecin yapı taşlarıdır. Bu yalnızca bireysel değil, toplumsal bir dirençtir.
Toplum olarak da bu konuda ciddi bir farkındalık geliştirmeliyiz. Sessiz kalan her dışlanma, göz yumulmuş her değersizleştirme; sosyal yapının çatlaklarını derinleştirir. Bu yüzden bireylerin değil, sistemin değişmesi gerektiğini de unutmamalıyız. Herkesin eşit görüldüğü, dinlendiği, desteklendiği bir ortam ancak ortak bilinçle mümkündür. Çünkü kimsenin kaderi, bir başkasının keyfine göre “öncelik sıralamasına” tabi tutulamaz.
Bu yazı dizisinde, görünmeyen ama hissedilen, söylenmeyen ama yaşanan bir ayrımcılık biçimine dikkat çekmek amaçlandı. Dileğim, her bireyin bulunduğu her ortamda hak ettiği değeri görebildiği, sevilmenin ve saygı duyulmanın lüks değil, standart olduğu bir yaşamın mümkün olmasıdır.
BONUS: “3. Sınıf İnsan” Nedir?
“3. sınıf insan” kavramı, resmî veya objektif bir kategori olmaktan çok, insanların sosyal yaşamda maruz kaldıkları görünmez ama derin ayrımcılık biçimlerini tanımlayan bir ifadedir. Bu terim, genellikle bir kişinin çevresi tarafından sistematik olarak geri plana atıldığı, yeterince ciddiye alınmadığı, düşünce ve duygularının dikkate değer bulunmadığı durumları tanımlamak için kullanılır. Yani mesele, insanın kim olduğundan çok, başkaları tarafından nasıl algılandığı ve nasıl muamele gördüğüdür.
Bu muamele doğrudan bir aşağılama şeklinde olmayabilir; çoğunlukla ihmal, görmezden gelme, söz hakkı tanımama, fikrini küçümseme gibi pasif davranışlarla kendini gösterir. “3. sınıf insan” gibi hissetmek; bir grubun parçası olunsa bile o grubun merkezinde değil, kenarında yer almak demektir. İlişkilerde, iş hayatında, arkadaşlıkta veya sevgililikte bu his sürekli tekrarlandığında birey zamanla kendi değerinden şüphe etmeye başlar.
En acı tarafı ise, bu tür muamelelere maruz kalan bireylerin çoğu zaman “belki de ben böyleyim, değerim bu kadar” diyerek durumu içselleştirmesidir. Oysa kimse ikinci ya da üçüncü sınıf değildir. Her birey, bulunduğu ortamda eşit ilgi, saygı ve özen görmeyi hak eder. “3. sınıf insan” diye bir gerçeklik yoktur; ama birilerini öyle hissettiren davranış kalıpları vardır. Bu kalıpları kırmak, hem bireysel hem toplumsal bir sorumluluktur.
Henüz yorum yok