Bir Yaprağın Düşüşü: Toprağa Dönüşün Hikâyesi

Düşüş, kaybolmak değil; bir keşif, bir yeniden doğuştur. Rüya, toprağa düşerken, yalnızca bir varlık değil, bütünün bir parçası olduğunu keşfeder. Her adımda, geçmişi ve geleceği kabul ederek huzuru bulur. Bu yolculuk, bir yaprağın gerçeğidir.

Bir Yaprağın Düşüşü: Toprağa Dönüşün Hikâyesi

Ağaç… Duruşu vakur, susuşu ağır… Kökü yerin koynunda, başı göğe sürgün… Ne yana dönse aynı acı, ne yüze baksa aynı sükût. Öyle bir bekleyişin içindeydi ki; zamandan değil, zamansızlıktan ibaret. Her dalı bir hatıra, her kabuk çizgisi bir iç hesap.

Ve o ağacın en yüksek ucunda bir yaprak… Geceler boyu yıldızlara bakıp kendini unutan, sabahların içinde bir türlü uyanamayan bir parça. Güzelliğe tutsak, sadakate mahkûm, hürriyete sevdalı… Onun içinde bir suskunluk vardı ki, ne rüzgâr uçurabiliyor, ne yağmur silebiliyordu.

“Ben,” diyordu içinden, “bir renkten ibaret değilim. Ne baharın oyuncağıyım, ne sonbaharın kurbanı… Bir yere bağlıysam, bu yalnızca gövdeden gelen değil; içimde yankılanan bir zincirledir.”

Sonra vakit geldi. Gökyüzü perdesini araladı. Rüzgârın ilk soğuk ıslığıyla titredi bütün orman. Diğerleri savrulmaya başladı. O ise bekledi. Kopmak için değil, vedaya layık bir sebep aramak için.

Çünkü o yaprak, ağaçtan sıkılmıştı.

Sonbahar ise yalnızca bahaneydi.


Bölüm I – Gölgeye Dönmek

Gök sabahı saklarken, ağaç geceyi omzunda taşıyordu. Köklerinden gövdesine bir sessizlik yürüyordu ağır ağır. Yapraklar sabaha uyanmakla meşguldü; kimisi çiy damlası altında düş görmeye devam ediyor, kimisi güneşe yüz sürmeye hazırlanıyordu. Rüya ise sabaha değil, derinleşen kendi içine bakıyordu. Gözle görülmeyen bir çatlağın içindeydi. Ne düştüğü yerdi bu, ne çıktığı; ne başlangıç, ne son. İsimsiz bir ara.

Yalnızlık, yaprağın damarlarında dolaşan ince bir keder gibi işliyordu. Ne kimseye anlatılabilir, ne de anlatılınca azalabilirdi. Her şey yerli yerindeydi: kök toprağa bağlı, gövde göğe dik, dallar uzanmış, kuşlar ötüyor, rüzgâr esiyor… Ama içindeki sızı, bu düzenin dışında bir yere aitti. Düzenin kendisiyle sorunu olan bir sessizlikti bu. Kımıldamayan ama hükmeden…

Gövde zaman zaman ona bir sıcaklık gönderirdi. Damarlarındaki özsu, “Kal,” dercesine dolaşırdı ucuna kadar. Ama o sıcaklık bile artık soğuk geliyordu. Çünkü yalnız sıcaklığı duymak yetmezdi; onu hissedecek bir yer kalmamıştı içinde. Bazen aidiyet dediğimiz şey, bir zaman sonra ağırlığa dönüşür. Sevgi dediğimiz bağ, bir çürüme sürecine eşlik eder. Rüya bunun farkına varalı çok olmuştu ama susuyordu. Çünkü bazen konuşmak, yalnızca bir inkâr biçimidir.

Bir gece, ay yüzünü gösterdi. Parıltısı dalların arasından sızarken, her şey olduğundan daha gerçek görünmeye başladı. Ay ışığında kandırma yoktur; ne kendini saklayabilir insan, ne acısını. Rüya o gece gerçeği çıplak hâliyle gördü: Gövde ona yorgundu, o gövdeye fazlaydı. Kalmak, ikisine de zulüm olmuştu. Ağaç onu dalında tutuyordu, evet… Ama artık sevgiden değil, alışkanlıktan.

Ve alışkanlık, sevginin en yorgun hâlidir.

Bir anlık bir esinti geçti ormandan. Öyle hafifti ki, düşmeye hazır olanı düşürmezdi. Ama düşmeyi düşüneni hatırlatırdı kendine. Rüya’nın içinden bir cümle geçti, sustuğu onca zamanın yüküyle ağır:

Ben bu daldan doğmuş olabilirim, ama kendimi burada kaybediyorum.

Ağaç, bu fısıltıyı duymadı. Ya da duydu da sustu. Çünkü bazı sözler cevapsız kalmalıydı. Bazı kopmalar, kelimeyle değil, yavaşça boşalan yerle anlaşılırdı.

Gece, her şeyi içine alarak derinleşti. Yıldızlar sustu. Rüzgâr durdu. Ve Rüya, ilk kez gözlerini kapadı. Belki düşmek için değil… ama artık tutunmamak için.


Bölüm II – Sessiz Vedalar

Sabah, gecenin gölgesini hâlâ üzerinden atamamıştı. Gökyüzü, lacivertle kül rengi arasında bir sarkaç gibi gidip geliyordu. Ormanda bir hafiflik vardı ama bu hafiflik rüzgârdan değil, sükûttan doğuyordu. Kuşlar ötmekten vazgeçmiş, yapraklar kendi içlerinde kıvrılmış, zaman, ağacın gövdesinde yavaşlamıştı. Her şey, yaklaşmakta olanı hissetmiş gibiydi.

Ağaç, her sabah olduğu gibi dalına bir sıcaklık yolladı. Özsuyunun en derininden kopan ince bir nefesle, “Buradayım,” dedi. Rüya bunu duydu. Ama artık bu ses onu tutmuyordu. Duyulan şeyin, insanı yerinde tutmaya yetmediği anlar vardır. Kalbinde yankılanan o fısıltı, ne kadar tanıdık olursa olsun, bir yerden sonra yorgunluğa benzer. Rüya yorgundu. Kökün bağlılığından, gövdenin sabrından, dalın sadakatinden… Her şey yerli yerindeydi ama yerli yerinde olan her şey, artık fazlaydı.

Ağaç onu seviyordu, bunu biliyordu. Fakat sevgi, bazen tutmak değildir. Bazen, elini çekmektir; gitmesine izin verecek kadar sevmektir. Ağaç, bunu da öğrenmişti. Onu sımsıkı kavramadığı o sabah, Rüya, ilk kez hafifledi. Ve bu hafiflik, düşmekten değil… özgürlükten doğmuştu.

Yaprak sessizdi. Ama bu, suskun bir sessizlik değildi. İçinde pek çok cümle dolaşıyordu. Her biri zamanla karılmış, kalple süzülmüş, gövdenin çeperlerinden geçerek dallara ulaşmış cümleler. Kimseye söyleyemediği, belki kendine bile tam anlatamadığı sözler… Rüya konuşmuyordu, çünkü biliyordu: Bazı vedalar kelimelerle lekelenir. En saf ayrılık, sükûtla olandır.

Her sabah olduğu gibi güneş yükselmeye başladı. Işığı dalların arasından süzüldü, yaprakların üzerindeki çiy tanelerini usulca ısıttı. Diğer yapraklar ışığın gelişiyle canlandı. Kıpırdanmalar, uyanışlar, küçük kımıldayışlar… Ama Rüya kıpırdamadı. Onun içinde uyanmak değil, kapanmak vardı. Dışarısı aydınlanırken, o içindeki gölgeye çekiliyordu. Güneş değil, geceydi onu büyüten. Kalabalık değil, yalnızlıktı.

Ağaç, bütün ihtişamıyla dimdik duruyordu ama artık içinde bir boşluk hissetmeye başlamıştı. Rüya, hâlâ dalın ucunda, görünürde oradaydı. Ama varlık, yalnız görüntüyle ölçülmezdi. Onun içi çoktan çekilmişti. Sevilenin gövdesinde kalıp da, ruhen uzaklaşmak… En zor terk ediş buydu.

Geriye sadece beklemek kalmıştı. Ne zamana kadar süreceği bilinmeyen bir sarkacın ucundaydı artık her şey. Kopuş, bir âna değil, binlerce küçük sessizliğe yayılır bazen. Her biri, bedenin gövdeden uzaklaştığı bir adım. Rüya, her gün biraz daha uzaklaştı. Kimsenin fark edemeyeceği kadar yavaş, ama kendisine yeterince derin.

Aşağı baktı bir ara. Toprak oradaydı. Onu tanımıyordu ama çağırıyordu. Ne ağaç gibi sadık, ne gökyüzü gibi uzak… Toprak, belki de unutulmak için en doğru yerdi. Çünkü düşen hiçbir yaprak, düştüğü yerde bir daha konuşmazdı.

Ve içinden yine bir cümle aktı, daha önceki gecelerde de gelen ama bu sabah biraz daha ağır inen bir söz:

Tutulmakla büyümedim ben. Serbest bırakıldığımda kim olduğumu anladım.

Ağaç bunu da duydu. Ama cevap vermedi. Çünkü bazı sevgiler, karşılıkla değil, kabulle yaşar. Rüya, cevap istemiyordu. Onun aradığı, artık bir onay değil; bir geçit, bir yolculuktu. Kalmak, gövdeye zulüm olmuştu. Gitmek ise bir borç, kendine duyduğu sadakatin bir ifadesi.

O sabah ne rüzgâr esti, ne serçe kondu dalına. Her şey onun için susmuştu. Ve bu susuş, bir kapanış değil, bir açılıştı. Yeni bir şey başlamadan önce doğanın tuttuğu nefesti bu. İçinde fırtına taşıyan bir sükûnet…

Henüz düşmedi.

Ama artık bekleyişin sonundaydı. Yaprağın gövdeden sarkan en ince yerinde, görünmez bir çizik vardı. Kimsenin göremediği, kimsenin anlayamayacağı bir ayrılık çoktan yazılmıştı. O sabah yaprak dalda değildi artık. Sadece hâlâ oradaymış gibi duruyordu.

Geriye tek bir şey kaldı: Zaman. Ve zaman, daima koparıcıdır.


Bölüm III – Düşmek, Yerine Dönmek

Gün, ağarmaya direnen bir renksizlikle açıldı. Gökyüzü ne maviye varabildi ne geceyi bırakabildi. Ağaç, bir geceyi daha gövdesinde ağırlamıştı ama bu gece, diğerlerinden farklıydı. İçinde bir kayıp büyümüştü. Henüz olmamış, ama kaçınılmaz bir kayıp.

Rüya sabahın serinliğinde yerinden kımıldamadı. Ama bu hareketsizlik bir duruş değil, bir bekleyişti. Son defa kökü dinledi, gövdeyi hissetti, dalın tenine dokundu. Her şey tanıdıktı; ve belki de bu tanışıklık içindeki yorgunluğu artırıyordu. Çünkü bazen insan bildiğinden sıkılır. Ve sevdiğini yormaya başlar.

Gövdeden gelen özsu çoktan geri çekilmişti. Ağaç, bu sabah hiçbir ısrar taşımıyordu. Ne “kal” dedi, ne “gitme.” Sadece vardı. Çünkü bazı vedalar, sözle kirletilmemelidir. Ağaç susarak uğurluyordu. Sessizliğiyle dua ediyor, sabrıyla rıza gösteriyordu.

Rüya ise içinden geçenleri kimseye anlatamadı. Çünkü bir yaprak ne anlatabilir ki? Damarlarında dolaşan hüzün, sararan yüzünde yankılanıyordu. Ve bu sararma çürüme değil, geçişti. Çürüme geride kalanın suçudur, ama geçiş; arayışa çıkanın kaderidir.

Bir ara rüzgâr hafifçe uğradı. Her zamankinden daha naif, daha dikkatli… Sanki “hazır mısın?” diye sormaya gelmişti. Rüya cevap vermedi. Ama içi titredi. Çünkü bazen evet demek, ağızdan değil damardan çıkar. Rüzgâr bunu duydu. Ve dokunmadı. Sadece bekledi.

O an her şey durdu. Kuşlar sustu, güneş bulutun arkasında saklandı. Ağaç bile nefes almayı unuttu. Rüya, içinde biriken her düşünceyi bıraktı. Dalı hissettiği son andı bu. Gövdeden gelen sıcaklık yerini boşluğa bıraktı. Ve o boşluk, hiçbir korku taşımıyordu. Sanki hep oraya aitmiş gibi…

Ve sonunda, bir çıtırtı bile çıkarmadan, gövdeden ayrıldı.

Ne rüzgâr tuttu onu, ne yer çağırdı. Düşmedi aslında… Yavaşça salındı. Sanki gökyüzüne yazılmış bir kelime, yerle yeniden tanışmak üzere havaya bırakılmıştı.

Salınışı bir vedaya benzemiyordu. Daha çok bir secde gibiydi. Her dönüşünde biraz daha hafifliyor, biraz daha özgürleşiyordu. Ağaç yukarıda kaldı ama içindeki bir şey hâlâ onunlaydı. Çünkü gerçekten sevdiklerin, senden ayrıldıklarında bile içinden eksilmez. Sadece başka bir yere yerleşirler.

Toprak yaklaşıyordu. Soğuk değildi. Karanlık da değil. Daha çok bir sığınak gibi… Bir özlem gibi… Rüya yere değil, kendine yaklaşıyordu.

Ve o an içinden son bir cümle geçti:

Ben buraya düşmedim… nihayet döndüm.

Rüya toprağa konduğunda hiçbir şey değişmedi. Ağaç dimdikti. Rüzgâr aynı yerden esmeye devam etti. Ama o günden sonra, ağaç her sabah bir yaprak eksik uyanacaktı. Ve bu eksiklik, onu çürüten değil, derinleştiren bir yokluk olacaktı.

Rüya ise toprakla buluştuğunda hiçbir pişmanlık taşımıyordu. Çünkü asıl düşüş, istemeden kalmaktır. Oysa o, bilinçle gitmişti. Ve giden, artık kendi yolundadır.


Bölüm IV – Toprağa Düşmek, Gövdeye Dönüşmek

Rüya toprakla buluştuğu anda, dünyadaki her şeyin ne kadar yerli yerinde olduğunu fark etti. Etrafındaki yapraklar, kuşlar, rüzgâr… hepsi, sanki birer perdesiz masal gibi yerli yerindeydiler. Ama içindeki boşluk, o boşluk hiç de yerli yerinde değildi. Yerde değil, gövdesinde bir zamanlar gizli olan bir boşluk vardı. Toprak, ona yalnızca kabul edebileceği o boşluğu sundu. O an fark etti ki, düşmekten önceki her bekleyişi aslında bu an içinmiş. Ve şimdi, düşmenin ta kendisi, beklemekten çok daha doğal bir şeydi.

Toprak, bazen özlemdir, bazen bir sığınak. Ama her zaman olduğu gibi, toprak bir başlangıçtır. Gerçekten bir yere ait olmak, toprağa düşmekle başlar. Çünkü toprak, ne zaman gelirsen gel, seni tanır. Duyar. Sadece bekler. Kimseye ait olmadan, kimseyi yargılamadan.

Rüya, bir zamanlar bu gövdenin dalıydı. Şimdi ise, dalı terk etmiş ama kendi yerini bulmuştu. Yere düşerken hiçbir düşüş korkusu yoktu. Bedenin parçalanmasından ya da kaybolmasından çekinmiyordu. Çünkü artık yer, düşmek değil, yükselmek için gerekli bir alan sunuyordu. Toprağa düştüğü her an, ruhu daha da açıldı, daha da derinleşti.

Her şeyin bir dönüşüm olduğunu anladı. Ağaç, onu başka bir dünyaya taşımak için ilk adımı atmıştı. Geride kalanlar, hüzünler, acılar, hepsi aslında toprağa düşen bir tohumdu. Rüya şimdi, bir tohum gibi toprağa düşüyordu. Köklenmek için değil, büyümek için… Ne geçmişte kalmak vardı, ne de geleceğe koşmak. Toprak, sadece var olma hâlidir. Var olmanın özüdür. Toprağa düşmek, nihayet olmak, kabullenmek, ve yeni bir adım atabilmek için gereklidir.

Bedeninden ayrılmak, onun yok oluşu değil, bir doğuştu. Çünkü her şeyin sonunda sadece toprak vardır. Gövde orada kalır ama ruh, her zaman yer değiştirebilir. Rüya, belki de daha önce hiç olmadığı kadar özgürdü. Çünkü düşüş, onu içinde olduğu bu yeri bulmaya götürmüştü. Şimdi, toprağın derinliklerinde kaybolarak, aslında ruhunun derinliklerine inmeye başlamıştı.

Zaman geçiyordu. Her şey yavaşça değişiyordu. Toprak, sabırla onu içine alıyordu. Rüya bir zamanlar ağacın bir parçasıydı, ama şimdi toprak, ona kendi olma yolunu sunuyordu. Herhangi bir yer, herhangi bir köşe, kendi olmanın yoludur. Ve toprağa düşmek, onu başka bir varlık hâline getirecek bir dönüşüm sürecinin başlangıcıydı.

Rüya, bir yaprak gibi, geçmişin sonrasına, kendisinin sonrasına doğru düşerken, köklenmeyi değil, yeniden doğmayı arıyordu. Toprağa yerleşmişti ama bu, yalnızca bir başlangıçtı. Her düşüş, bir büyümeydi. O artık köksüz, dalından ayrılmış bir yaprak değildi. Her şeyin bir tamamlanma anı vardı. Ve o an, şimdi oluyordu.

Ağaç ve yaprak arasında ne varsa, toprağa düşen her şeyin içindeydi. Sessizdi, ama her şey o sessizlikte bir araya geliyordu. Rüya, içindeki boşlukla artık barışmıştı. O boşluk, ona sadece bir boşluk değil, bir alan yaratıyordu. Ve işte, o alan, yeni bir yaşam için genişliyor, toprakla buluşuyor ve derinleşiyordu.

Bir yaprak, sonunda toprağa düşer ama bu düşüş, bir kaybolma değil, bir varlık bulmadır. Her şey zamanında geri dönmelidir. Yere düşen her şey, toprağa karışmalı, orada büyümelidir. Rüya şimdi büyümeye, geride bıraktığı her şeyin üzerine serpilmiş bu toprakta filizlenmeye hazırdı.

Ve o toprak, ona hiçbir şeyden sakınmadığı, her şeyi kabul ettiği bir yer sundu. Bazen, düşüş değil, dönüşüm gereklidir. Çünkü her varlık bir yerden başlar, bir yerden kaybolur. Ve bu kayboluş, kendi dönüşümünü yaratır.


Bölüm V – Köklenmek, Yeni Bir Hayatın Başlangıcı

Toprak, sessiz ve derin bir uyku gibiydi. Rüya, bir zamanlar gövdede dans eden bir yaprakken, şimdi bu toprakla birleşiyor, fakat düşüşünün ardında bir kayboluş yoktu. Her şey bir arada, bir bütünün parçasıydı. Zamanın yavaşça geçişini hissetti. Her geçen saniye, toprağın içinde bir yankı gibi yayıldı. Artık sadece beden değil, ruh da burada, bu sonsuz evrende bir tohum gibi kökleniyordu.

Rüya, toprakta hiçbir yabancılık hissetmiyordu. Ağaçtan düşerken aradığı şeyin bir kayboluş değil, bir varlık olduğunu fark etmişti. O an, her şeyin bir döngü olduğunu anladı. Toprak, geçmişin ve geleceğin birleştiği noktadır. Ve bu birleşim, her zaman yenilik taşıyan bir gizemdir. Toprak, ona adım atmaya cesaret edemediği her adımı, her anlamı sunuyordu.

Gövde, ona ait olan her şeyi bırakarak yukarıda kalmıştı. Ama yer, bir kabul noktasıydı. Toprak, hiçbir şeyi sorgulamadan kabul eder, yalnızca içindeki hayatla ilgilenir. Rüya, toprakta yayılan o sessiz gücü, ruhundaki karanlık noktada hissetti. Orada, sadece varlık vardı. Gerçek varlık. Kimseye ait olmayan, hiçbir geçmişi taşımayan, yalnızca şu anın içinde var olan bir varlık. Ve o varlık, kendisiydi.

Geriye baktı. Ağaç, ona seslenmeden, sadece varlık olarak yerli yerindeydi. Kökler, her zaman sahip olduğundan daha derinleşmişti. Ama artık ona ait değildi. Çünkü, bir zamanlar ona bağlı olan her şey, toprağa karışmıştı. Rüya da toprağa karışıyordu ama o, her şeyin başlangıcıydı. O başlangıç, kaybolmak değil, kendini bulmaktı.

Ve birden, içinde bir değişim başladı. Çok belirgin değildi, ama bir sükûnetin içinde açan bir çiçek gibi, yavaşça fark ediliyordu. İlk kökleri, topraktan alınan bir nefes gibiydi. Zamanın ne kadar yavaş aktığını hissetti. Her an bir dönüşüm yaratıyordu. Her küçük dokunuş, toprağın içinde bir sarmal gibi sarıyor ve onu yeniden şekillendiriyordu.

Rüya, toprakta yayılmaya başladığında, her parçası, gövdeden ayrılan her kısımdan gelen bir hatıra taşıyor gibiydi. Ama bu hatıra, onu geriye çekmiyordu. Geçmiş, bir kayboluşun değil, bir büyümenin parçasıydı. Geçmişin her anı, bir toprağa düşen tohum gibi, geleceği şekillendiriyordu.

Bir kök, ilk kez toprağa batarken, en derin noktasına kadar inmeyi istedi. Çünkü biliyordu: Bazen en derin kökler, en yüksek ağaçları taşır. Ve o kök, toprağa temas ettiği her an, yeni bir hayat doğuyordu. Toprağa düşmek, yerini almak demek değildi. Aksine, o yer, bir dönüşüm için çağrıyı yapıyordu.

Zaman ilerledikçe, Rüya’nın toprakla birleştiği her nokta, ona ruhsal bir farkındalık sunuyordu. Bedenin acısı, kaybolmuş gibi hissettirse de, ruhunda bir açılım vardı. Ve bir açılım, her zaman bir genişlemedir. Toprak, bir genişlemeyi kabul ediyordu. Rüya, bu genişlemeyi hissettikçe, içindeki her boşlukta, yeni bir varlık doğduğunu fark etti. Her toprak parçası, onu başka bir boyuta, başka bir olma hâline taşıyordu.

Geriye bakmadı. Çünkü artık geriye bakmak, düşüşün hüsranını tekrar yaşamak demekti. Geride kalan gövde ve dal, bir zamanlar ona ait olabilirdi ama şimdi, o sadece bir hatıra gibiydi. O hatıra, düşüşün aslında bir yükseliş olduğunu anlamasına yardımcı oluyordu. Yükselmek, belki de en çok düştükten sonra mümkün olan bir şeydi. Çünkü düşüş, toprağa karışmak, yalnızca bir başlangıçtı. Ve Rüya, en derin noktada, toprağın özünden aldığı güçle, her şeyin yeniden başladığını gördü.

Toprak, ona geçmişi unutturduğu kadar, geleceği de yalnızca içinde barındırıyordu. Her şey burada, şimdi vardı. Gövdeyi geride bırakmış olsa da, köklerini toprakta ararken, aslında kendi iç yolculuğunda bir adım daha atmıştı. Bu, bir terk ediş değil, bir dönüşüm ve yeni bir başlangıçtı. Rüya, toprakla birleşirken, bir zamanlar başladığı yolculuğun tamamlandığını hissetti. Her şey yeniden başlıyordu.


Bölüm VI – Huzurun Başlangıcı, Filizlerin Yeşerdiği An

Zaman, toprağın derinliklerinde farklı bir hızla akıyordu. Bir yaprak ne kadar sabırlı olursa olsun, sonunda bir şeyin olacağına inanır. Rüya da sabrediyordu, ama sabır, hareketsizlik değil, bir farkındalıkla beklemekti. Toprak, zamanın kendisini içeri alarak onu dönüştürüyordu. Rüya, bir zamanlar gövdeden ayrılan bir yaprakken, şimdi toprakla birleşmiş bir varlık olarak, yalnızca kendisini hissetmiyor, her şeyin bir parçası olduğunu da hissediyordu.

Bir sabah, toprak biraz daha yumuşadı. Kökler, derinliklere doğru daha fazla yayıldı ve bir zamanlar uzak olan her şey, şimdi yakınlaştı. Gözler kapalı, ama gözler değil, ruh görüyor artık. Çünkü bazen gözler, dışarıyı görmektense, içindeki evreni keşfetmek için kapanır. Rüya, şimdi bir toprak parçasında, binlerce yıllık bilgiyi içinde barındıran bir filizdi.

Ve filiz, toprağa ne kadar derinleşirse, o kadar güçlü olurdu. Rüya da aynı şekilde, toprağa her batışında daha güçlü, daha bilinçli hissediyordu. Onun içindeki kaybolan şey, aslında kaybolmadığıydı. Düşüş, sadece ona ait olan her şeyin yeniden biçim bulma sürecinden başka bir şey değildi. Bütün geçmişi, gövdesi, dalı, yaprağı… şimdi toprakta bir araya gelmişti. Her şey geriye doğru gitmiyordu, her şey daha ileriye doğru adım atıyordu.

Filiz, toprağın içine doğru kıvrıldı. Ama bu kıvrılma, bir kayboluş değil, bir açılış, bir yeniden doğuştu. O, içindeki huzuru buluyordu. Gerçek huzur, bir varlığın kendi özüne dönmesidir. Zaman içinde geçirdiği her dönüşüm, ona bu huzuru sundu. Huzur, bir son değil, bir yolculuk, bir varlık olarak olma haliydi. Rüya, artık düşüşün acısını hatırlamıyordu. Çünkü bu acı, ona neyi aradığını gösterdi. Huzur, aynı zamanda kabul etmekti. Rüya, hem geride kalanları hem de yeni bulduğu varlığını kabul etti.

Ve bir gün, filiz bir yaprak oldu. Toprağa yayılmış kökler, artık ona sadece besin vermekle kalmıyor, onu bir varlık olarak büyütüyordu. O, toprağın özünden aldığı gücü, kendi içindeki varlıkla birleştirerek yepyeni bir hale bürünüyordu. Bu yaprak, artık sadece bir zamanlar düşen bir parça değildi. O, toprakla birleşmiş, onu ve her şeyi kabul etmiş bir varlıktı.

Yaprak, geriye bakmadı. Çünkü geriye bakmak, geçmişin acısını yeniden yaşamak demekti. O, geçmişi bir hatıra olarak kalmasına izin verdi ama ardında bir iz bırakmaktan başka bir şey yapmadı. Çünkü yeni hayat, geriye takılı kalmaktan çok, ileriye doğru büyümekti. Rüya, şimdi geçmişini kucaklıyor ama geçmişi içinde tutmadan, kendi yolunda ilerliyordu.

Toprak, ona her zaman sabır ve barış vermişti. Artık, bir zamanlar yaprak olan bu varlık, toprakla birleşmiş ve her şeyi kabul etmişti. O yaprak, aslında bir bütünün en değerli parçasıydı. Ve bu parça, bir daha kopmadı. Çünkü o artık kendi yerini bulmuştu. Yeri, kendi içindeydi. Yeri, varlıkta, huzurda ve kabuldeydi.

Rüya, kökleriyle toprağa sarılıp, dalın gövdesine yükseldiği her adımda, yalnızca büyümeyi değil, büyüdükçe gerçeği daha fazla hissetmeyi keşfetti. Toprak, ona huzur verdi. Bütün varlık, birbirine bağlıydı. Ve bu bağ, sadece onu değil, her şeyin varlığını da anlamlandırıyordu.

Bir yaprak, toprağa düştü ve her şey yeniden başladı. Ama bu sefer, bu başlangıç yalnızca bir döngü değildi. O, geride bırakılan her şeyin, geleceğe doğru bir yükselişi olacaktı. Ve bir yaprak, toprağa düştüğünde, en derin huzura ulaşıyordu. Çünkü huzur, düşüşün değil, yeniden doğuşun ta kendisiydi.


Bölüm VII – Gerçekleşen Varoluş, Bir Yaprağın Anlamı

Zaman, toprağın içinde geçtikçe, Rüya her geçen gün biraz daha derinleşiyor, biraz daha büyüyordu. Bir zamanlar, düşerken hissettiği yalnızlık, şimdi yerini bir bütünlüğün verdiği güç ve güvene bırakmıştı. Beden, yerin içinde kaybolmuştu, ama ruh, yeniden var olmanın, bir yaprak olmanın ne demek olduğunu tüm varlığıyla hissediyordu.

Yaprak, güneş ışığını topladıkça, köklerinden aldığı besinle büyüdü. O, sadece bir varlık değildi; o, her şeyin özünü taşıyan bir noktada buluşan bir hayat formuydu. Toprağa düştüğünde aradığı şey, aslında hayatta kalmak değil, var olmak, kabul etmekti. Ve bu kabul, toprağın her zerresinde yankı buluyordu.

Gerçek, burada ve şimdi, bu yaprağın içinde yaşanıyordu. Rüya, her sabah güneşin ışıklarıyla parıldayan yaprağını incelediğinde, aslında bütün bir evrenin minik bir parçası olduğunu hissediyordu. Onun düşüşü, kendi yolculuğuydu ve her şey bu yolculuğun bir parçasıydı. Yerdeki her taş, her çiçek, her kök; o an, Rüya’yı bir bütün olarak kabul ediyordu. Çünkü her varlık, kendi öyküsünü taşırken, aynı zamanda tüm öykülerin birleştiği bir noktadır.

Her yaprak, toprağın elinde filizlendiğinde, bir anlam kazanır. Rüya da bir anlam kazandı. Düşüşü, bir kayboluş değil, bir keşifti. Bir keşif, hayatın en derin anlamını bulmaktı. O anlam, bir toprak parçasında gizliydi ve o toprak, şimdi bir yaprakta kendini gösteriyordu. Yaprak, sadece rüzgârın dans ettiği, güneşin ışığına kavuştuğu bir varlık değildi. O, tüm geçmişin bir iziydi ve o iz, geleceğe doğru ilerleyecek bir yoldu.

Bir gün, Rüya’nın yaprağının üstüne düşen bir damla su, ona bir başka derinlik sunarak toprağa düşen her şeyin aslında bir süreklilik olduğunu hatırlattı. O su damlası, ona yalnızca bir anı hatırlatmıyordu. O, zamanın, yaşamın ve varlığın bir parçasıydı. Su damlası toprağa düşer, oradan akar ve yerini başka bir noktada bulur. Her şey birbirini besler. Toprak, bir yaprağa, bir yaprak ise toprağa dönüşür. Bu döngü, aslında her şeyin hep var olduğu bir hakikatin yansımasıydı.

Rüya, artık geçmişin yüklerini taşımıyor, yalnızca toprağın sunduğu her şeyin bir parçası oluyordu. Ne kaybolmuştu, ne de bir şey eksikti. O, her şeyin içinde var olan ve her şeyin ona sunduğu anlamı keşfeden bir varlıktı. Her adımda, bir yaprak gibi, hem bir kayboluşu hem de bir buluşu yaşıyordu. Gerçekten de, bir yaprak olmanın anlamı buydu: Gerçekleşen varlık. Çünkü, her şeyin içinde var olmak, kaybolmak değil, kendini bulmaktır.

Ve Rüya, filizlendiği o toprak parçasında, yavaşça büyürken, gerçek anlamda huzuru bulmuştu. Huzur, ne bir yerde ne de bir zaman diliminde bulunurdu. Huzur, her şeyin birbirine karıştığı, her varlığın kendi özünü bulduğu andı. O an, Rüya’ydı. O, bir yaprak gibi, toprağa düşmüş, ama asıl varlığını ve huzurunu toprağın derinliklerinden almıştı.

Ve bir yaprak, aslında yalnızca düşüşün değil, yükselişin de simgesiydi. Her yaprak düşer, ama her yaprak bir sürekliliği, bir hayatı ve bir anlamı taşır. Rüya, düşerken kaybolmuş bir varlık değildi. O, her an bir arayış içinde olan ve sonunda kendi yerini bulan bir varlıktı.

Artık, onun yolculuğu tamamlanmıştı. Her şey, birleşmiş ve huzura kavuşmuştu. Toprak, ona kaybolan bir şey sunmamıştı. Aksine, ona gerçek anlamda var olmanın, huzuru bulmanın ve her şeyin bir parçası olmanın yolunu göstermişti. Rüya, kendi özünü bulmuş, geriye bakmamayı öğrenmişti. Her şeyin bir yere ait olduğunu bilerek, o, nihayetinde kendi yerini bulmuştu.

Yazar Metin METE

Yazmayı, üretmeyi, öğrenmeyi ve paylaşmayı seven; tasarım, kodlama ve yaratıcılıkla dijital dünyaya iz bırakmak isteyen bir hayalperest.

Henüz yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir