Dün, 8 Mayıs 2025 tarihinde yaklaşık iki yıldır çalışmakta olduğum iş yerinden ayrıldım. Zihnimde ve kalbimde uzun süredir olgunlaşan bir karardı bu. Bugün bu vedayı yalnızca bir şirkete, bir kuruma değil; bana iyi gelmeyen, beni küçülten, beni duymayan bir düzene karşı bir veda olarak görüyorum.
İlk başladığım günler hâlâ çok net aklımda. Tertemiz bir heves, yeni şeyler öğrenmeye açık bir zihin, katkı sunma isteğiyle dolu bir kalple adım attım o kapıdan. Kısa sürede adapte oldum. Ekip içinde üretken olmak, birlikte bir şeyler başarmak, sorumluluk almak benim için doğal bir refleks. İşimi her zaman sahiplenerek, fazlasını vermeye çalışarak yaptım. Fakat bir süre sonra karşımdaki duvarları fark etmeye başladım.
Çalışma hayatında yöneticilik, yalnızca iş dağıtmak ya da süreç yönetmek değildir. Bir ekibe ilham vermek, yön göstermek, cesaretlendirmek, arkasında durmak ve gerektiğinde onun önünde durabilmektir. Ne yazık ki bu tanımlarla hiçbir şekilde örtüşmeyen bir yöneticiyle çalışmak zorunda kaldım. Yetersizliği yalnızca deneyim eksikliğinden ya da bilgi boşluğundan değil; daha çok ego ve kibirden kaynaklıydı. Kendisini olduğundan çok daha fazlası gibi göstermeye çalışan, aslında çoğu zaman ne yaptığını bilmeyen ama bunu “gururlu bir duruş” kisvesi altında gizlemeye çalışan biriydi. Bu gurur, iletişimi baltalayan; bu ego, çözüm yerine reddetmeyi doğuran türdendi.
Ekibiyle bağ kurmayan, kimsenin motivasyonunu gözetmeyen, hatta bu motivasyonu canlı tutmak için hiçbir çaba göstermeyen biriyle çalışmak, zamanla insanın enerjisini içten içe tüketiyor. Ekip olmanın ruhunu yok sayan, sadece kendi çıkarlarını gözeten, üst yöneticilere “sorunsuz bir tablo” sunmak için her şeyi halının altına süpüren bir yaklaşım vardı karşımda. En basit bir bütçe talebinde bile, sırf üst yöneticilere “şirin görünmek” uğruna hiç bir şey yapmayan; ekip için atılacak en küçük adımı bile “gereksiz” gören bir anlayış… Böyle bir ortamda sadece işini yapmak bile mücadeleye dönüşüyor.
Ve insan, bir noktadan sonra sorgulamaya başlıyor: “Neden burada kalıyorum? Neye dayanarak hâlâ katkı sunmaya çalışıyorum?”
Cevaplar giderek silikleşti.
Sesimi duyuramadığımda sustum, çözüm aradığımda boşluğa düştüm. Bu süreçte öğrendiğim en önemli şeylerden biri, iyi niyetin bir sınırı olduğu. Bir yerde bir düzen bozuksa ve bu bozuklukta ısrar ediliyorsa, iyi niyet yalnızca seni yıpratıyor. Ben de yıprandım. Ama aynı zamanda fark ettim: Kendini yormadan, durup bakmadan, “Ben burada kendime ne yapıyorum?” sorusunu sormadan iyileşmek mümkün değil.
Tüm bunlara rağmen yaşadığım bu dönemi değersiz görmüyorum. Çünkü her kırılma, aslında insanın içini yeniden inşa etme fırsatıdır. Bu iki yılda sabretmeyi, anlamayı, zamanında susmayı ve en önemlisi zamanında gitmeyi öğrendim. Öğrendiğim şeyler sadece mesleki beceriler değildi; kendi sınırlarım, değerlerim, neye “tamam” deyip neye “artık yeter” diyebileceğimdi. Bu büyük bir kazanım. Çünkü artık neyi istemediğimi çok iyi biliyorum. Ve insan neyi istemediğini öğrendiğinde, yol daha net görünmeye başlıyor.
Önümde yeni bir yol var. Evet, belki belirsiz. Ama içimdeki yükten arınmış bir zihinle ve özgürleşmiş bir kalple yürüyorum. Biliyorum ki bu sefer seçeceğim yollar, beni daha çok duyan, daha çok anlayan, beni yalnızca bir çalışan olarak değil; bir insan, bir fikir, bir değer olarak gören yerlere çıkacak.
Geride kalanlara teşekkür ediyorum. İyisine de, kötüsüne de.
Çünkü hepsi, kim olduğumu daha iyi anlamamı sağladı.
Ve bu sefer, gerçekten kendim için gidiyorum.
Henüz yorum yok